Yeni dramalar göçe farklı açılardan bakıyor

22 Eylül’de Polonya hükümetinin başbakan yardımcısı Jaroslaw Kaczynski, bir filmi kınamak için acil basın toplantısı düzenledi. Agnieszka Holland’ın draması “Yeşil Sınır”ın yurt içinde prömiyeri o gün yapıldı ve büyük tepkilere neden oldu. Film, kendilerini Belarus ile Polonya (ve dolayısıyla AB) sınırında bulan mültecileri ve her iki ülkenin yetkililerinin karşılaştıkları insanlık dışı muameleyi konu alıyor.

Hollanda’nın Vladimir Putin destekçisi olduğunu iddia edecek kadar ileri giden Kaczynski, “Filmin Polonya sınır kuvvetlerini, orduyu ve polisi tasvir etme şekli utanç verici, iğrenç ve iğrenç” dedi.

Asimina Proedrou’nun “Saman Yığınlarının Ardında” adlı filmi geçtiğimiz günlerde Yunanistan Kültür Bakanlığı tarafından En İyi Uluslararası Uzun Metrajlı Film dalında Oscar Akademi Ödülü’nün uzun aday listesinde Yunanistan’ı temsil etmek üzere seçildi. Film, Kuzey Makedonya ile Yunanistan arasında paylaşılan Doiran Gölü yakınındaki bir köyde geçiyor. Burada, bir çiftçinin (Stathis Stamoulakatos) mali sorunlarıyla başa çıkmak için bir göçmen kaçakçılığı çetesine karışıyor.

“Filmi estetik amaçlı bu bölgede çekmeye karar verdim. Gölün beni büyüleyen bir güzelliği var. Ancak 2015 yılında gölü ilk ziyaret ettiğimiz dönem yoğun göç akışının olduğu bir döneme denk geliyordu. Oradaki insanlarla konuşurken, Kuzey Avrupa’ya ulaşmak umuduyla İdomeni’den Kuzey Makedonya’ya sınırı nasıl geçtiklerini anlattılar, ancak oradaki yetkililer onları Yunanistan’a geri gönderdiler. Bu yüzden filme göç konusunu dahil etmeye karar verdim, ana teması bu değil. Ayrıca filmde mültecilerin bakış açısı yansıtılmıyor, sadece insan tacirleri, yardım teklif eden kadınlar vb. gibi etkileşimde bulundukları Yunanlılar tasvir ediliyor” diyor Proedrou.

Film, diğer toplumsal konulara odaklansa da, göçü zaten zor olan bir duruma ek bir hastalık olarak da dahil ediyor. “Kuzey Avrupa ülkelerinin sınırlarının kapatılması, Schengen Anlaşması’nın ihlal edilmesi ve zaten çaresiz durumda olan insanlara daha fazla baskı uygulanmasından bahsedildiği için bu spesifik konunun daha uluslararası bir boyut kazandıracağını düşündüm.”

Agnieszka Holland’ın filmi ise göçü çeşitli perspektiflerden ele alıyor: göçmenler/mülteciler, Polonyalı bir sınır görevlisi ve bölgedeki aktivistler açısından. Kendi ülkesinde tepkilere yol açan şey, devlet yetkililerinin barbarca geri itmelerinin (hakaretler, dayaklar ve hatta cinayetlerle) cesurca tasvir edilmesiydi. Proedrou’nun filminde bu türden imalar yoktur. Tam tersine, yetkililer onların yokluğunda dikkat çekiyor, dolayısıyla durum ya yerel sömürücülerin ya da sorunlu bireylerin eline kalıyor.

Proedrou’ya modern sinemada göçün rolünü sorduğumuzda verdiği yanıt oldukça cesaret kırıcı. “Sinemada, hatta sanat filmi denilen filmlerde bile yönler, eğilimler var. Bazen daha fazla fon alan ve tanıtım alan film türleri vardır. Benim spekülasyonum şu anda sinema piyasasının göç konusuyla pek ilgilenmediği yönünde. Hatta bana kişisel olarak geçişin artık modası geçmiş sayıldığını söyleyen satış temsilcileri bile var. Sinema dünyasında mutlaka mutlak ya da evrensel olmasa da eğilimler ve yönelimler var” dedi.

Ancak kendisinin de belirttiği gibi, film yapımcısının kim ve nerede olduğu önemli. Mesela Hollanda kendi ülkesinde kötü muameleye maruz kalmış olabilir ama birkaç hafta önce Venedik Film Festivali’nde övgüyle karşılandı ve bu festivalde Jüri Büyük Ödülü’nü kazandı. Aynı şey, Afrika’dan gelen göçmenlerin Avrupa’ya ulaşmak için yaşadıkları zorlu yolculuğu konu alan “Io Capitano” filmiyle yönetmenlik ödülünü alan Matteo Garrone için de geçerliydi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir